02 Kasım 2013

                                                                                                                                                 


ALAYI “YAZAR” OLDU,
F TİPİ KİMİN
UMURUNDA ?


  İbrahim Akyürek  
Gençliğinde politik örgütlenmelerde hareket halinde olan kent insanlarımızın, arkadaşlarımızın bir bölümü 12 Eylül darbesinden sonra içeri düştüler. Eziyet gördüler, bağımsız yaşamlarından üç-beş yıl alındı.
Sonra; kimi emekli, kimi işçi-memur olarak kaldı, kiminin sıfırdan biriktirdiği işçileri oldu. Kimi yardımseverliğe verdi kendini. Kimi de emekçi-yazar oldu Zonguldak tarihi araştırmalarına yöneldi, yeni kitaplar doğdu. Kimi başından geçenleri yazdı. Roman, şiir, öykü, belgesel, karikatür oldu. Kiminin yerel gazetelerde köşeleri oldu.
Kim dediyse, “alayı yazar oldu”, iyi de oldu.
Keşke, darbeden önce de yazıp, çizme, araştırma çabaları olsaydı. Zonguldak tarihi neleri kaçırmazdı neleri…
Şimdi başka bir keşke yaşanıyor ve şu soruyu sorduruyor: Bugünün cezaevlerinde eziyet görenlerle kim dayanışmaya koşacak?
F Tipi haberleri yeniden çoğaldı çünkü. Son haberinde fotoğrafın üzerine şu başlığı atmış Birgün Gazetesi: “Cezaevleri 12 Eylül’ü Yaşatıyor”.
Anlaşılıyor ki, içerdekilerin dış sese, bize gereksinmesi var
En çok merak ettiğim, içeriyi gören, tanıyan adamlar içerdekine neden yardım etmez, ya da içeriyi neden unutur?
Yine benzer merakım şu; eli kalem tutan yazarlarımız darbecilerin peşine neden düşmez. Bizim kentten 12 Eylül darbesini bugünlerden bakarak değerlendiren, sorgulayan üç-beş yazı, kitap neden çıkmadı, çıkmayacak?
Bizim kentin kimi yazarları SergiOdası’na uğradıkları zaman heyecanla doğru Zonguldak kitapları bölümüne koşuyor. Sahaflardan düşen yeni (eski) kitap var mı diye…
Anlaşılıyor ki, "uzmanlık" ilgi görüyor. Bir çeşit kendi ölçeğinde, taşra çapında “kariyer” havaları esiyor. Bu arada F Tipi kodesler kimin umurunda...
90’lı yılların başından sonra ülkenin o dönem koşullarının itmesiyle sanat olarak fotoğraftan isteyerek uzak kaldım. Üyesi olduğum dernek içinde (İFSAK) kendimi İsviçre sınırları içindeymiş gibi hissettim çünkü. Hemen çok yakınlardaki İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’ne üye oldum. Kültürel Haklar Komisyonu’nda dört beş yıl koşturdum. Hak arama eylemlerinde fotoğraf çektim. Komisyon olarak sanat alanındaki sansür, yasak ve baskıları dile getirdik, derleyip aylık raporlara dönüştürdük. Basın açıklamalarında bu raporlardaki bilgiler yer aldı.
O zamanlar birden şunu fark ettim. Bu iş, yani kültür-sanat-medya alanındaki haksızlıkların çetelesini tutmak, bağırmak koskoca memlekette İnsan Hakları Derneği’ne ve bir avuç sosyalist insana kalmıştı. Kocaman kocaman kültür, sanat, gazeteci örgütleri, irili ufaklı yazarlar, sanatçılar susmuştu. Sanki, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne düşmemek, baskı görmemek için güvenceleri vardı.
Mesleki ve gönüllü çabalarındaki kimi hırslar; erkeğin ilgi görme, sosyalleşme kaygısını uğraşlarından giderme arzusu, başkalarını düşünme hislerini köreltir çoğunlukla. Ek olarak; benim cinsimin kültüründe süreklilik ve sorumluluk endişesi yoktur. Bugün kurar, yarın küser ve yıkar...
Bugün de benzer farkındalık içindeyim.
Bizim kentin içeriyi görmüş adamları içerdekileri neden unuttu, biri Ereğli'de olmak üzere bu kentte kurulan iki İnsan Hakları Derneği neden yürümedi, kapandı?

 26.Şubat.2010