Ülkemizin kesintisiz toplumsal gerilimi içinde günlük yaşantımıza giren bazı kavramlar var: “yardım ve yataklık” bunlardan biri.
Sistemi yürüten güçler toplamı, tanımını yapıp etiketlediği suçlusunun peşinde iken bu kavramı yaratmış. Bir yalnızlaştırma, desteksiz bırakma tekniği olarak bu kavrama yaslanmış. Bir çeşit yardım edeni, yatırıp barındıranı da korkutmayı hedeflemiş. En azından ne istediğini tüm bürokrasi ağı ile iyice kavramış.
Biz iyilerin, güce bulaşmamışların bu tür kavramlara neden gereksinmesi olmaz? Ez azından ne istediğimizi, ne istemediğimizi bilmemiz için. En azından ayıp sayma, utandırma açısından. O ayıptan başkalarını uzak tutmak için. En azından fikir tartışmasının canlılığı açısından…
Böyle bir ayıp sayma durumları geçenlerde Zülfü Livaneli’nin başına geldi. 3G’yi toplumun bağrına iyice saplamak için sanatçı bulmadan olmazdı. Livaneli’nin "Özgürlük" şarkısı parası ödenerek, acıtmadan saplama işinde kullanılmak üzere satın alındı.
Okurlarının ve Gerçek Gündem internet haber sayfasının özel tepkisi ile Livaneli; saplama işinden gelen istekler üzerine vazgeçtiğini gazetedeki köşe yazısında açıkladı.
En zor koşullarda eylemli, devrimci insanların değeri olan şarkı, yaygın bir ayıplama eylemi sonucu; şarkıcısının "yardım ve yataklık" etmesinin engellenmesiyle sonuçlandı.
İçinde debelendiğimiz düzeni bir masa gibi düşünürseniz, masanın ayaklarından biri sanatçı bana göre. “ruhsallık", "duygu", "manevi değerler” ne derseniz bu olmadan, buna yaslanmadan kötülük masası da, iyilik masası da tam yere basmaz.
Reklam, sanat, televizyon, gazete, internet; toplamı olarak medya yani kötülüğün, kapitalizmin baş propaganda araçları sanatçısız yapamaz. Yoksa, masa sallanır durur.
Biz sanat uğraşısı içinde olanların, duygu insanlarının ne işe yaradığımızın farkında olmamız o kadar önemli ki. Duygu yanımız ağır bastığı için kullanılmaya da o kadar açığız ki. Bizi uyanık tutan endişelerimiz, yaratıcılığımızın kaynağı da olan kötümserliğimiz yüzünden kötülük masasının bir ayağı olmamız da o kadar kolay ki…
Biz sanat uğraşısı içinde olanların, duygu insanlarının ne işe yaradığımızın farkında olmamız o kadar önemli ki. Duygu yanımız ağır bastığı için kullanılmaya da o kadar açığız ki. Bizi uyanık tutan endişelerimiz, yaratıcılığımızın kaynağı da olan kötümserliğimiz yüzünden kötülük masasının bir ayağı olmamız da o kadar kolay ki…
Tüm bunlar nereden aklına geldi, derseniz İstanbul Bienali’ni on yıllığına parasıyla kapatan Koç tiranlığı Sosyalist Brecht’ten bile korkmuyor artık. Bienal'in ana teması Brecht’in bir sözü (İnsan Neyle Yaşar?) üzerine.
Bizim kente gelince…
Bizim kente gelince…
ZOKEV geçenlerde çocuklara yönelik atölye çalışması yaptı. Sanki parası, bu kentin deneyimleri yetmiyormuş gibi destekler aldı içerden dışardan. Eğitim desteği veren derneğin sitesine baktım, ana destekçilerinin ikinci sırasında Dünya Bankası var. Yeryüzünü ele geçiren kötülerin ilk sırasında olan; Nato'nun, Pentagon'un kasası sayılacak kuruluş yani.
Yaşadığımız kent artık tüketimin, kapitalizmin yeni değerleri ile yavaş da olsa tanışıyor. Hem de döküntü durumundaki Uzun Mehmet Anıtı’na, bu kamu alanına, oradaki içi geçmiş hayvanlara çok yakından dil çıkarırcasına.
Bizim kentte de tüketimin azgın dilini, yeni yaşam biçimini gençlerin, çocukların, kadınların bilincine saplamak kolay olmayacak. Bu iş için sanatçıya gereksinim var. Kültürel bozulmaya giden yolda bir süre geleneksel kültürden de yararlanmayı sürdürecekler. Tüm kentleri, ülkeleri ele geçiren Alışveriş Merkezleri'nde aynı model uygulanıyor çünkü.
iakyurek1@hotmail.com
iakyurek1@hotmail.com