19 Mayıs 2014

4 Aralık Dünya Madenciler Günü: Bürokrasi Eğleniyor...

                                                                                         
KOCAMAN BİR PALAVRA:
“Emeğin Başkenti Zonguldak” 
İbrahim Akyürek
Metin Kaya ve ekibinin “100 Bin Kişiydiler” filmi sayesinde Madenci Grevi ve Ankara Yürüyüşü anıları sanki yeniden dirildi. İnsana suçluluk duygusu veren bir boşluk kapanmış oldu.
Günümüze kadar, yola çıkış tarihi olan 4 Ocak geldiği zaman anımsama yerel basına yansıyan kıytırık bir fotoğrafa ve sendikanın baştan sağma bir açıklamasına kalırdı. Zenginleri ve onların bürokratlarını çok seven yerel basın aslında o günü anımsamak bile istemezdi.
Bu yazının ana derdi, Metin’in filmi nedeniyle yapılan söyleşilerde ve ekibin Hayat Televizyonu’nda izlediğim uzun anlatımlarında bizim kentin “Emeğin Başkenti” vurgusu ile aşırı şişirilmesi! “mücadele”, “işçi sınıfı” ve “emekçiler” vurgunun öteki sözcükleri…
Felsefedeki karşılığı “idealizm” olarak açıklanabilecek bu tür şişirmeleri okuyunca bakın aklıma yakın geçmişten günümüze sıra sıra neler geliyor:
Kentimizde bir zamanlar Gima ile herkese açık Genel Maden-İş’in tüketim kooperatifi vardı. En son, şu anki sendika binasının yanındaydı. Her yeri dizi dizi marketlerin doldurduğu “Emeğin Başkenti”nde sınıfının işçisi olsaydı bu kooperatifi kapatmaya kimin gücü yeterdi?
Bir başka kooperatif madencilerin grev süreci boyunca şekillendi. Sarıyer’de bir konut kooperatifi gerçekleşti. Tepesine CHP kafalı, eşraftan patronlar dadandı. Bu kooperatiften mal edinen ve  yöneticilik yapanların kaçı işçi tanımını hak etti. Büyük depremden sonra değerini çok çok katlayan bu kooperatifin son durumunu şimdi kaçımız biliyor?*
Büyük yürüyüş sonrasındaki ilk 8 Mart kutlaması için kadınlar sendika binasında toplanmıştı. Madenci anıtına topluca yürümek için.. Ankara Yürüyüşü’nün en heyecanlı CHP’lisi, sendikacı Sabri Cebecik’in kadınlara önerisini nasıl unutabilirim; “Size bir araç verelim, anıta öyle gidin”. Kadınlardan Gülderen Ar’ın yanıtı: “Ama biz daha önce yüz bin kişi yürümüştük”.
1992’de Kozlu grizu patlaması sonrasında cenazeler neredeyse kentten kaçırıldı. Arkası açık araçlarda peş peşe giden cenazeleri görünce içimden “bu şehrin işi çoktan bitmiş” dedim. Tek resmi törenin Yenice’de yapıldığını biliyorum. O da aynı köyden (Tır Köyü) olan cenazeleri toplu uğurlamak için. “Emeğin Başkenti”nde cenaze kaçırmak mümkün mü? Hem de sendikanın onayıyla, resmi tören geleneğini bile terk ederek…
Genel Maden-İş’in seçimli bir genel kurulu vardı. Sendika, tabandaki bir avuç devrimci, sosyalist işçisinden (Onlar –bozguncu- olarak azarlanırdı zaten) çekinip polis çağırmıştı. Bir zamanlar günlerce süren grev yürüyüşlerinin bitim noktası olan sendika önündeki sokağın başına polisler yerleşmişti. Fotoğraf çekmeyi istemediğim üç beş andan birini barındırır o gün.
Cumhuriyet’in en önemli sanayi kenti olmaktan hoşnutluk duyarız. Konutları da içeren endüstri binaları yıkılırken “burada babamın, benim anılarım var” diye ortalığı birbirine katan işçi, aydın, sanatçı sahiplenmesi duydunuz mu?  Eski Halkevi binasını banka ve sonra mağazalara bırakan, İşçi Müdürlüğü’nü dümdüz eden, fotoğraflarda kentin vazgeçilmez tarihi görüntüsü olan eski Belediye Binasının dış cephesini yapay bir malzemeyle bir güzel kaplatan, bugünün palavradan cumhuriyet savunucusu CHP’nin tepesindeki  adamlara yönelik bırakın eleştiri yapmayı, bir soğukluk payı bile bırakmadı bizim yerel emekçi aydınlarımız.
Ocaklarda zorunlu çalıştırma yani mükellefiyet, CHP’nin tek parti zulmünün bölgemizdeki, batıdaki parçasıydı. Bu tarihi sürecin farkına vardıktan sonra bir zamanlar bu partiye oy verdiğim için üzüntü duydum, bu kentte CHP nasıl uzun süre oyların çoğunu aldı, diye sorguladım. Sonra, bizim eski komünistlerin üç-beşi sonradan neden CHP’lileşti, diye hayret ettim, acı duydum. Bu tersine yuvarlanışın nedenlerine kafa yordum, yoruyorum. Zonguldak “Emeğin Başkenti” olsaydı, mükellefiyetin başlangıç tarihi çoktan bilinip, her yıl o tarihte CHP binası önünde acılar paylaşılmaz mıydı?
Ya adım adım, yedire yedire özelleştirmeler, üretim alanlarını siyasilerin desteğiyle yerel eşraftan ailelere, dışarıdan gelen HEMA gibi dev şirketlere dağıtmalar…
Geçmişte, yerel Kanal Z Televizyonu’nda haberleri izlerken unutmadığım bir görüntü var: İlk kapatılan yerler arasında olan Çaydamar Ocağı önünde öfkeli işçiler çömelmiş bizim sakinleştiriciyi, sendikacı Sabri Cebecik’i dinliyor. Sonraki yıllarda taşeron şirketlerin ocaklara parça parça nasıl yerleştirildiğini herkes biliyor…
Şirketlerin kente, ocaklara girmesiyle; 12 Eylül öncesinin  komünistlerinden, devrimcilerinden üç-beşi, ilk kez moda deyimle “reel politika”ya bulaştı. İşçi sınıfıyla, patronla gerçekten tanıştılar. Çalıştıkları önceki kamu kurumunu nefretle anmakla kalmadılar, oradaki stratejik iş bilgilerini yeni patronlarına, yeni liderlerine verdiler. Herkesin fazlasıyla bildiği bu yeni ilişkiler, yeni konumlanmalar  “Emeğin Başkenti”nde ayıplanmadı bile…
Daha yakınlarda bir konuşmada, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nin yeni açılan bölümleri arasında bulunan ve Güzel Sanatlar Fakültesi için düşünülen tarihi binaları soracak oldum. Meğer, bir zamanlar, çok kollu ailenin büyük kolu buradan geçmiş ve milletin arazisinde kolunu şöyle bir dolandırmış ve ”ben burayı müze yaparım” demiş.
Emeğin Başkenti”nde Müze ve Kent Tarihi; düşünsel olarak iki-üç parçalı, üstelik içten sıkıntılı üç-beş eski solcunun yeni liderlerinin aklına, gündemine bir “fantezi” olarak sokmayı başardığı tarihsel sermaye oldu artık.
Zonguldak gibi küçük bir taşra kentinde bulunmanın en faydalı yanı kişisel deneyimlerimizin çokluğudur. Orta ve büyük boy kentlerde deneyimler azalır, medyada işlenmiş bilgilerle donanırsınız. Gerçeğin payı size gelene kadar ufalanır. Bu nedenle günümüzde ufak taşra aydınının kitaplarla sağlaması yapılmış, olgunlaşmış deneyimi daha özgün oluyor.
iakyurek1@hotmail.com
Üstteki Fotoğraf: Birol Üzmez
 4 Ocak 2010