Şiirimizi öğrendik!
Sıra tarihimizde!
Özlem Yücesan/Zonkişot
16
Mart’ta SergiOdası’nda “Kelebeğin Rüyası” değerlendirildi. Filmi hâlâ
izlemeyen biri olarak, önce bu yorumları dinlemenin çok güzel olduğunu
belirtmeliyim.
“Sanat” ve “ticaret” gibi iki kelimeyi bir araya getirmek istemem. Ne var ki sermayenin egemenliğinde yaşıyoruz ve egemenlerin bir de sanatı var! Biz züğürtleri gerçekliğimizin sanatı ilgilendiriyorsa da; bunlar da çenemizi yoracak illâki! Sanat dalları içinde ticari getiri anlamında en önde sinema gelir bildiğimiz gibi. Eh, Yılmaz Erdoğan da ‘zenci muamelesi gören genç Hakkârili’ değil artık, haliyle. İşini ne kadar mükemmel yaparsa yapsın içinde bir “götürü usulü” varsa onu da düşünerek konuşmamız gerek elbet. (Geçimi için ticari yapımlarda rol alan, bir şekilde emeğini satan; ama fikirlerinden taviz vermeden yaşayan ustaları bunun dışında tutarak…)
Toplantıda ilk sözü alan Fahri Bozbaş, görsel arka planda gözden kaçan birçok şeyi sıraladı; “Yerde ray dururken vagonların insan gücüyle ittirilmesi, kalın elektrik kablolarının gözükmesi, 70’lerden sonra kullanılan askıda sepetler, ocaktan çıkışta yapılan bit kontrolü, Necatigil’in konuşurken, ağzına sigarayı koysa da; konuşmasının aynı şekilde devam etmesi, vs…“ Yönetmenin benmerkezci davrandığını, şehirle bütünleşmediğini vurgulayan Bozbaş; “Yanına madende çalışan arkadaşlarımızı alarak çalışsaydı belki bu hatalar olmazdı. Sonu zorlamaydı. Biçimi dram, konusu aşk olan filmde iki genç insanın sevgisinin anlatıldığı kurgusal, hoş sahneler olmakla birlikte; politik anlamda ‘kan kusup kızılcık şerbeti içtim’ hikâyesi yapılmış geldi bana.” dedi.
Mete Arif Tokmak, Rüştü Onur’un yayımlanmamış mektuplarını içeren kitabın, filmle aynı zamanda piyasaya sürülmesine, ayrıca bu mektuplarda da mükellefiyetten hiç bahsetmemesine dikkat çekti. Ayrıca filmin Amerikan filmleriyle boy ölçüşen yapıya sahip olduğunu belirtti. Onur Türkçelik, öncelikle filmi beğenmediğini söylüyor. Sahneler arasındaki dengesizliği, filmin çok uzatıldığı, özellikle ikinci bölümde anlattığı pek bir şey olmadığı, Suzan rolünün abartıldığı gibi ince-ince aldığı birçok notunu paylaştı. Ayrıca Rüştü’nün annesiyle yöresel şiveyle konuşmasını başarılı bulduğunu söyledi.
Recep Adıgüzel, filmin aforizmalardan oluştuğunu ve derinleşemediğini söylüyor. “40’lara gitmeye gerek yok. Aynı koşullarla çalışıyoruz şu anda.” Yılmaz Erdoğan “bu filmle, Zonguldaklılara zenci muamelesi yapmıştır.” diyen Adıgüzel; “Galasını Dedeman yerine Belediye Sineması’nda yapsaydı saygı göstermiş olurdu.”
Fatma Kılıç, şiir ve şair adına filmi çok olumlu bulduğunu belirtirken; “Genç izleyicilerden sıkılanlar vardı, oyuncular için gelen vardı, ‘şiirin bu kadar güçlü olduğunu bilmezdim’ diyen vardı. Artık her şey bir endüstri… Yönetmen de kendine göre buradan bakarak yapıyor. Ben şiire gönül verecekler açısından yaklaştım. Daha çok konuşulacaktır artısı-eksisi.” diye devam ediyor.
Hikmet Kuşhan; “Adam bir aşk filmi çekmiş. Bunu dallandırmaya ne gerek var?” derken, yine Zonguldak’ın “o” döneminde çekilen ve çok beğenilen “Kıskanmak” geldi aklıma. Orada da, adam kıskançlık filmi çekmişti ve dönemin burjuva hayatlarından kesitlerle anlatmıştı bunu. Ama biz sormamıştık; acaba niye mükelleften bahsetmedi diye!
Kemal Kuşhan; “Neden bu film bu kadar ilgimizi çekti?” derken soru içinde soru sordu sanki. Amerika, Zonguldak’a kadar uza(n)mış mıydı! Ahmet Öztürk; “Şu konuştuklarımız Zonguldak dışındaki kaç kişinin ilgisini çeker?” diye sorduğunda genel kanı “hiç”ti. “Kaç kişi kitap yazmıştı ama şairleri, bu filmle, Türkiye tanımıştı. Görsellik çok önemli”ydi. “Yılmaz Erdoğan 7 sene önce bizi bulup ocağa girdiğinde gördüğü herkesle hemen aynı dili konuşuyordu. Rüştü’nün şiirlerini ezbere okuyunca şaşırdım ve açıkçası utandım.” dediğinde İbrahim Akyürek de, Erdoğan’ın “Şiir yönünden çok samimi” olduğunu ve “şiir kitaplarının satılmasını sağladıysa film amacına ulaşmıştır’ dediğini” hatırlattı.
Sosyalizme yakınlığını bildiğimiz Muzaffer Tayyip’in, Rüştü’nün gerçeğe uygunluğuna nazaran, epey kurgulandığını öğrendik. Fahri Bozbaş bir cümleyle anlattı bunu; “Muzaffer daktilo çalıyor, elbise çalıyor; ama burjuvaziyi temsil eden Suzan’ın kalbini çalamıyor!”
Birkaç kişinin ortak kanısı, popülerlikten sulandırmaya kadar gelen ortamda duyarsız kalmama yönündeydi. Fahri Bozbaş’ın, özellikle değindiği gibi; kendi alanı tiyatrodaki “yozlaşma, biçimsizleşme artıyor, tüm sanat dallarında bu aynı şekilde gözlenebiliyor.” Bu filmle (kilo veren oyuncuların sayesinde!) Zonguldak, magazincilerin gündemine de girdi biliyorsunuz. Biz “ah”lanırken, yerel basının kalemşörleri ‘meşhur olduk, teşekkürler!’ nidasıyla “şah”lanıyor!
Evet, gelelim sevgili Kemal Kuşhan’ın sorduğu hesaba! “Bu film niye ilgimizi çekti?” Zonguldaklı sanatçının, yazarın, aydının, dahası; basının, yayının, magazincinin, sokaktaki insanın… Ortam ayarına uymaya meyilli torunlar olarak, bir Dersim’e takılırız; daha dün Sivas’ı yaşamışken… Bir mükellefe gideriz; 2013 Mükellefi’ni yaşamaya devam ediyorken… (Aklımıza getirmeyiz ulusal burjuvazinin ülkeyi ancak böyle kurabileceğini. Hâşâ!.. Düşünmek bile istemeyiz emekçi halkın yaşam şartlarının eşitliğinin sosyalizmle sağlanabileceğini.) Mükellefiyeti, ama aynı zamanda günümüzün özel ocaklarını, işçilerin durumunu tek-tek anlatan kitabı ve önümüze görsel olarak seren video çekimleri, fotoğraflarıyla; Zonguldaklı Kadir Tuncer’in çalışmaları mesela, ne kadar ilgimizi çekti? Hatırlıyor muyuz yazdığı “Şeyh Dede Şair Torun Devrekli Rüştü Onur” kitabına gelen eleştiriyi; “Şair şiiriyle değerlendirilir. Dedesiyle ya da mükellefiyette ölen maden işçisiyle ne alakası var?” Bu eleştirinin üzerinden on seneyi biraz geçti. Peki, ne değişti? Yurt Kültür Kitap ekinden Tuncer Çetinkaya, filmi değerlendirdiği yazısında bakın ne diyor; “…Yaşananı daha sahici kılan bu bakış, adeta politik bir misyon üstlenen kurguyla; madencilerin karanlık yüzleri ile balodaki neşeli portreleri karşı-karşıya getiriyor. Kuşkusuz konjonktürün de etkisiyle çokça eleştirilen bir dönemi masaya yatırmak cesaret gerektirmiyor artık; hele ki algı günümüz kavrayışıyla örtüşüyorsa! Bu noktada, kasaba burjuvazisi ile Mükellefiyet mağdurlarının yarattığı tezada ‘çomak sokan’ Halkevleri gerçeği karşımıza çıkıyor; ama senaryo olgunun üzerine gitmeye lüzum hissetmiyor…”
Ne şiiri anlamak kolay bu şehirde, ne tarihi! İkisini de yaşayarak öğreniyoruz sanki… Bir de yaşadıklarımızı anlamlandırabilsek!
Sıra tarihimizde!
Özlem Yücesan/Zonkişot
“Sanat” ve “ticaret” gibi iki kelimeyi bir araya getirmek istemem. Ne var ki sermayenin egemenliğinde yaşıyoruz ve egemenlerin bir de sanatı var! Biz züğürtleri gerçekliğimizin sanatı ilgilendiriyorsa da; bunlar da çenemizi yoracak illâki! Sanat dalları içinde ticari getiri anlamında en önde sinema gelir bildiğimiz gibi. Eh, Yılmaz Erdoğan da ‘zenci muamelesi gören genç Hakkârili’ değil artık, haliyle. İşini ne kadar mükemmel yaparsa yapsın içinde bir “götürü usulü” varsa onu da düşünerek konuşmamız gerek elbet. (Geçimi için ticari yapımlarda rol alan, bir şekilde emeğini satan; ama fikirlerinden taviz vermeden yaşayan ustaları bunun dışında tutarak…)
Toplantıda ilk sözü alan Fahri Bozbaş, görsel arka planda gözden kaçan birçok şeyi sıraladı; “Yerde ray dururken vagonların insan gücüyle ittirilmesi, kalın elektrik kablolarının gözükmesi, 70’lerden sonra kullanılan askıda sepetler, ocaktan çıkışta yapılan bit kontrolü, Necatigil’in konuşurken, ağzına sigarayı koysa da; konuşmasının aynı şekilde devam etmesi, vs…“ Yönetmenin benmerkezci davrandığını, şehirle bütünleşmediğini vurgulayan Bozbaş; “Yanına madende çalışan arkadaşlarımızı alarak çalışsaydı belki bu hatalar olmazdı. Sonu zorlamaydı. Biçimi dram, konusu aşk olan filmde iki genç insanın sevgisinin anlatıldığı kurgusal, hoş sahneler olmakla birlikte; politik anlamda ‘kan kusup kızılcık şerbeti içtim’ hikâyesi yapılmış geldi bana.” dedi.
Mete Arif Tokmak, Rüştü Onur’un yayımlanmamış mektuplarını içeren kitabın, filmle aynı zamanda piyasaya sürülmesine, ayrıca bu mektuplarda da mükellefiyetten hiç bahsetmemesine dikkat çekti. Ayrıca filmin Amerikan filmleriyle boy ölçüşen yapıya sahip olduğunu belirtti. Onur Türkçelik, öncelikle filmi beğenmediğini söylüyor. Sahneler arasındaki dengesizliği, filmin çok uzatıldığı, özellikle ikinci bölümde anlattığı pek bir şey olmadığı, Suzan rolünün abartıldığı gibi ince-ince aldığı birçok notunu paylaştı. Ayrıca Rüştü’nün annesiyle yöresel şiveyle konuşmasını başarılı bulduğunu söyledi.
Ne şiiri anlamak kolay bu şehirde, ne tarihi! İkisini de yaşayarak öğreniyoruz sanki…
Bir de yaşadıklarımızı anlamlandırabilsek!
Metin Kaya,
“Öncelikle bir Zonguldaklı olarak böyle bir yatırımı bu filme yaptığı
için yönetmene teşekkür” ederek devam etti; “Dönem filminde gerçeklik
aranır. Bu bir tekniktir. Sinemasal eleştiri değildir. Gerçek yaşamdan
esinlenilerek öykü elbette kurulabilir. Ama biz de eleştirme hakkına
sahibiz. Mükellefiyet böyle bir filmde gölgede kalamaz. Konuşulan dil
çok akademik, temiz, karşılıklı konuşmalar tiyatral hava vermiş.
40’larda böyle konuşma mümkün değil. Bu kadar yüksek rakamlı bütçeyle
birkaç film bile çıkarılabilirken, bu kadar hata gözden kaçmamalıydı.” Bir de yaşadıklarımızı anlamlandırabilsek!
Recep Adıgüzel, filmin aforizmalardan oluştuğunu ve derinleşemediğini söylüyor. “40’lara gitmeye gerek yok. Aynı koşullarla çalışıyoruz şu anda.” Yılmaz Erdoğan “bu filmle, Zonguldaklılara zenci muamelesi yapmıştır.” diyen Adıgüzel; “Galasını Dedeman yerine Belediye Sineması’nda yapsaydı saygı göstermiş olurdu.”
Fatma Kılıç, şiir ve şair adına filmi çok olumlu bulduğunu belirtirken; “Genç izleyicilerden sıkılanlar vardı, oyuncular için gelen vardı, ‘şiirin bu kadar güçlü olduğunu bilmezdim’ diyen vardı. Artık her şey bir endüstri… Yönetmen de kendine göre buradan bakarak yapıyor. Ben şiire gönül verecekler açısından yaklaştım. Daha çok konuşulacaktır artısı-eksisi.” diye devam ediyor.
Hikmet Kuşhan; “Adam bir aşk filmi çekmiş. Bunu dallandırmaya ne gerek var?” derken, yine Zonguldak’ın “o” döneminde çekilen ve çok beğenilen “Kıskanmak” geldi aklıma. Orada da, adam kıskançlık filmi çekmişti ve dönemin burjuva hayatlarından kesitlerle anlatmıştı bunu. Ama biz sormamıştık; acaba niye mükelleften bahsetmedi diye!
Kemal Kuşhan; “Neden bu film bu kadar ilgimizi çekti?” derken soru içinde soru sordu sanki. Amerika, Zonguldak’a kadar uza(n)mış mıydı! Ahmet Öztürk; “Şu konuştuklarımız Zonguldak dışındaki kaç kişinin ilgisini çeker?” diye sorduğunda genel kanı “hiç”ti. “Kaç kişi kitap yazmıştı ama şairleri, bu filmle, Türkiye tanımıştı. Görsellik çok önemli”ydi. “Yılmaz Erdoğan 7 sene önce bizi bulup ocağa girdiğinde gördüğü herkesle hemen aynı dili konuşuyordu. Rüştü’nün şiirlerini ezbere okuyunca şaşırdım ve açıkçası utandım.” dediğinde İbrahim Akyürek de, Erdoğan’ın “Şiir yönünden çok samimi” olduğunu ve “şiir kitaplarının satılmasını sağladıysa film amacına ulaşmıştır’ dediğini” hatırlattı.
Sosyalizme yakınlığını bildiğimiz Muzaffer Tayyip’in, Rüştü’nün gerçeğe uygunluğuna nazaran, epey kurgulandığını öğrendik. Fahri Bozbaş bir cümleyle anlattı bunu; “Muzaffer daktilo çalıyor, elbise çalıyor; ama burjuvaziyi temsil eden Suzan’ın kalbini çalamıyor!”
Birkaç kişinin ortak kanısı, popülerlikten sulandırmaya kadar gelen ortamda duyarsız kalmama yönündeydi. Fahri Bozbaş’ın, özellikle değindiği gibi; kendi alanı tiyatrodaki “yozlaşma, biçimsizleşme artıyor, tüm sanat dallarında bu aynı şekilde gözlenebiliyor.” Bu filmle (kilo veren oyuncuların sayesinde!) Zonguldak, magazincilerin gündemine de girdi biliyorsunuz. Biz “ah”lanırken, yerel basının kalemşörleri ‘meşhur olduk, teşekkürler!’ nidasıyla “şah”lanıyor!
Evet, gelelim sevgili Kemal Kuşhan’ın sorduğu hesaba! “Bu film niye ilgimizi çekti?” Zonguldaklı sanatçının, yazarın, aydının, dahası; basının, yayının, magazincinin, sokaktaki insanın… Ortam ayarına uymaya meyilli torunlar olarak, bir Dersim’e takılırız; daha dün Sivas’ı yaşamışken… Bir mükellefe gideriz; 2013 Mükellefi’ni yaşamaya devam ediyorken… (Aklımıza getirmeyiz ulusal burjuvazinin ülkeyi ancak böyle kurabileceğini. Hâşâ!.. Düşünmek bile istemeyiz emekçi halkın yaşam şartlarının eşitliğinin sosyalizmle sağlanabileceğini.) Mükellefiyeti, ama aynı zamanda günümüzün özel ocaklarını, işçilerin durumunu tek-tek anlatan kitabı ve önümüze görsel olarak seren video çekimleri, fotoğraflarıyla; Zonguldaklı Kadir Tuncer’in çalışmaları mesela, ne kadar ilgimizi çekti? Hatırlıyor muyuz yazdığı “Şeyh Dede Şair Torun Devrekli Rüştü Onur” kitabına gelen eleştiriyi; “Şair şiiriyle değerlendirilir. Dedesiyle ya da mükellefiyette ölen maden işçisiyle ne alakası var?” Bu eleştirinin üzerinden on seneyi biraz geçti. Peki, ne değişti? Yurt Kültür Kitap ekinden Tuncer Çetinkaya, filmi değerlendirdiği yazısında bakın ne diyor; “…Yaşananı daha sahici kılan bu bakış, adeta politik bir misyon üstlenen kurguyla; madencilerin karanlık yüzleri ile balodaki neşeli portreleri karşı-karşıya getiriyor. Kuşkusuz konjonktürün de etkisiyle çokça eleştirilen bir dönemi masaya yatırmak cesaret gerektirmiyor artık; hele ki algı günümüz kavrayışıyla örtüşüyorsa! Bu noktada, kasaba burjuvazisi ile Mükellefiyet mağdurlarının yarattığı tezada ‘çomak sokan’ Halkevleri gerçeği karşımıza çıkıyor; ama senaryo olgunun üzerine gitmeye lüzum hissetmiyor…”
Ne şiiri anlamak kolay bu şehirde, ne tarihi! İkisini de yaşayarak öğreniyoruz sanki… Bir de yaşadıklarımızı anlamlandırabilsek!