17 Ağustos 2013

                                                                                                                                                             
Eğer evinizde bekleyen silah varsa…
İbrahim Akyürek
Her 28 Eylül'de Bireysel Silahsızlanma Günü olarak Taksim’de basın açıklaması yapılır. Yüreği yananlar toplanır, katilleri arayanlar haykırır, sanatçılar gösterileriyle ruhları sakinleştirir. Denk getirdiğim iki farklı eylemde de fotoğraf çekip, olan biteni de izlemiştim. Açıklamalardan birinin bir yeri çok çok dikkatimi çekmişti: Evdeki silahların, %75 aile bireylerine ve yakın çevreye karşı kullanıldığını istatistikler ve mezarlar bağıra bağıra söylüyordu.
   Memleket ve Avrupa çapında devletimizin bazı siyasi işlerinde kullanılan ünlü bir mafyanın parlak yıllarıydı. Bu adamın ismini arkalayarak bana karşı aracılık işi üstlenen, yani sözlerine silah süsü veren biri, yüz yüze gelince lise ve mahalle arkadaşım çıkmıştı. Bu tarihten yaklaşık altı ay sonra işyeri komşumuz gazetenin kısa haberleri arasında küçük bir fotoğraf gösterdi, 'tanıyor musun', dedi. Eşinden ayrı yaşayan lise arkadaşımız Akdeniz’in turistik bir kentine yerleşmış, gece birde bardan dönen 18 yaşındaki kızını, sonrada kendini silahla vurmuştu. 
   Dışarıya, ötekine karşı “iş çözme” becerisi olarak, bir silah olarak ayarlanmış beden ve aleti olarak gerçekten silah içe patlamış, istatistiklere iki kişi daha eklenmişti. Aradan bir altı ay daha geçti, ölen arkadaşın “iyi adamdır, işini zorlaştırma” dediği, köylerdeki ihale işleriyle meşgul küçük ANAP’lısına, içe patlayan arkadaşın haberini sordum; yarım ağız, heyecansız, değersizleştiren iki söz söyledi.
   Bireysel Silahsızlanma etkinliğinin çıkışı, bir vakıf projesine dönüşmesi ünlü, zengin bir ailenin genç oğlunun, benzer bir ailenin oğlunu silahla vurmasıyla olmuştu. Çok paranın da bir türlü halledemediği özgüven noksanlığı ve güç gösterisi arzusu oğullara kültür olarak sinmiş gibiydi.
   Bana kalırsa 'evde silah yok' diye de sevinmeyin; evde, iş ortamında, devlette bekleyen, silah yerine kullanılmaya hazır beden parçalarının kullanımı da %75 içeriye doğru olacak aklınızda bulunsun. Yine aklınızda bulunsun, Engin Geçtan HAYAT isimli kitabında geçmişteki acılarımızın faturasını yakın çevreye  ödettiğimizi yazar.
   Anlattıklarım sadece bireysel saldırılarla sınırlı değil. Kitabın birinde okumuştum, tüm ordular daha çok kendi yurttaşlarıyla (iç düşmanlar olarak çarpı koyulanlar, herhalde %75'lik bölüm olmalı) savaşmaya göre eğitilip yapılandırılıyormuş.
   Kısaca, mezarlardan ve hapishanelerden çıkan sonuç şu: ailenin ve yurt toprağının içindekilerin canı, dışarıdaki "düşmanların" canından 3 kat daha fazla tehlikede. Hem savunma, güvenlik, koruyup-kollama, şeref-namus adına, hem de ulusal silahlar tarafından, ulusal adamlarca…
   Silahların, öfkelerin, yumrukların, aşağılayıcı sözlerin neden içe patladığı (yine %75 oranı) konusu asıl kafa yormaya değer bölüm. Bir yazara göre (C.Wright Mills), "özel sıkıntılar", "kamu sorunu" durumuna dönüştürülmeli. Çünkü kişiler kendini bir kapana sıkıştırılmış görmektedir. Mills, solcuların sıkça yineledikleri, ruhumuza da iyi gelen "bu sistem sorunu" vurgusunu başka türlü söylüyor. Bir başkası (Brian Groombridge) bir kitabı, aynı zamanda 1940 yapımı bir filmi anımsatır ve şöyle düşünür:
"Steinbeck (Grapes of Wrath) Gazap Üzümleri'nde "kimi vurayım?" sorusunu yanıtlarken, düşman olarak karşısında soyut bir kavramı, düzeni bulur. Toplumsal düzenin karmaşıklığı giderek artmaktadır. Ekonominin yüksek tepelerinde halkın seçmediği kişiler, kararlarda etkinliklerini yine sürdürüyorlar. Parlamento üyesi olarak seçilenler bile güç dengesinde çok hafif kalıyorlar. Vurulacak kimse, bugün de bulunamıyor.*
*Televizyon ve Toplum, 1976  (Brian Groombridge)

 Umut Vakfı için:    
http://www.umut.org.tr/public/page.aspx?id=21576 
16 Ağustos 2013  iakyurek1@hotmail.com