12 Mayıs 2021

 

'Bu karanlığa Tanrı hükmediyor olamaz...'

 Murat Sevinç   Gazete Duvar

  Kapitalizmin acımasızlığının en gözle görülür olduğu alanlardan biri madencilik. Kıvanç “16 Ton”da, önce kısaca (ve baştan sona vazgeçmediği iğneleyici üslubuyla) insanoğlunun akıllı telefon ve obezite sınırına ulaşmak için epey emek/zaman harcadığını, 'medeniyet' faslında anlatıyor. Buna, kapitalizmin ve Aydınlanma'nın 'kısa tarihi' de diyebiliriz. Ardından madenciliğe giriş: “Akıl, küçük çocukları madene gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından ilahiler söyleyerek kalanları teselli etti ki, ertesi gün yine madene inebildiler.”

  Patlamalar, patlamalar, onlarca yüzlerce ölü, gaz sıkışması, kömür tozu, hastalıklar, ölüm, yine ölüm... Türkiye... Uzun Mehmed adında biri gerçekten var mıydı, yoksa 'halkla ilişkiler' faaliyetinin ürünü mü, söylendiği gibi 1829'da mı fark edilmiş kömür, iyi de bölge halkı kömürü yüzlerce yıldır tanıyor... 19. yüzyılda devletin kömürle ilişkisi başlıyor alsında, çok bildik yolla, belli bir yaşın üzerindeki çocuklar da madene indiriliyor, yaralanmasalar keşke çünkü tedavi masrafını kendileri karşılayacak... 1920'ler, Cumhuriyet devrinin maden ve madenci siyaseti, neyse ki artık 'akılla' yönetildiği için ülke daha rafine sömürü yöntem ve söylemi mümkün, 1929'da İş Bankası bölgeye giriyor, madencileri bir arada yaşatmak iyi hoş ancak o mahallelerin 'sanayi mahallesi' olmaması gerek, sınıf bilinci tehlikeli, hem zaten en iyisi 'sınıfsız kaynaşmış bir kitle' olabilmek, bir arada yaşarken geleneksel hayatlarından kopmamaları çok iyi olur, iyi bir danışman gerekli, Bartel Granning danışman olur, yetenekli bir danışman, ona herkes danışabiliyor!

  Serbest piyasa... Canım zorla mı çalıştırılıyor madenciler, serbest değiller mi beğenmiyorlarsa başka bir iş bulurlar... Maden ocağı olan bölgelerde başka bir iş alanı var mı ki, pek yok mu, neden yok, ne yani ekmek için yerin yedi kat dibine inmek dışında bir seçenek? O zaman örgütlenip ses çıkarmak, hak mücadelesi vermek sözcüğün gerçek anlamıyla 'hayatî' demek ki! 1960'larda madenciler sorular sorup grev yapmaya başlayınca... 'kanunsuz bu grevler' teranesi başlar, bir de 'dış mihraklar' var tabii, Mart 1965'te on bin asker Ereğli'de, 'halkla ilişkiler' hemen devrede, 'dış tahrikler var', 'işçiler içki içip jandarmaya saldırmış'... şu içki olmasa Türkiye sağı ne yapardı! Hakkını yemeyelim ama yetkililerin ve halk insanı siyasetçilerin, her felakette ve her ölümde çok üzüldüler, hatta 'müteessir' oldular, tek başlarına değil kuşkusuz, kendilerini çevreleyen güvenlik güçleriyle birlikte müteessir oldular... Tabutlara ve ölenlerin yakınlarına üzgün ve endişeli gözlerle baktılar hep, endişenin nedeni, cenazelerdeki sessizlikti, çaresizlik ve öfkenin sessizliği.